Şu anda Berlin‘de yaşayan senarist, yönetmen ve roman yazarı Ben Hopkins’le beni, “mutlaka iletişime geçmelisiniz”, diyerek yazar Dimitris Lyacos tanıştırdı.
Bu tanışma sonrasında Ben Hopkins’in İstanbul üzerine, 2015’te çektiği belgesel Hasret’i, bugüne kadar karşıma çıkmadığına üzülerek izledim. İstanbul’un son yıllardaki dönüşümünü doğru noktalara işaret ederek, doğru insanlarla konuşarak anlatıyor. Öte yandan Hasret, kurgu dışı ve kurmacanın sınırında dolaşıyor. Belki de bu durumuyla, Werner Herzog’un sinemanın “ecstatic truth” diye bahsettiği daha gerçekçi, daha şiirsel, gizemli, anlaşılması zor katmanına yaklaşıyor.
Aynı zamanda Pamela Cohn’la söyleşimizde onun bahsettiği gibi; kurmaca bir hikâye olduğu hakkında rol yapmayan kurgu dışı bir film Hasret. Onda kolay ifade edilemeyenlerin ardındaki orijinal sesi duyabiliyoruz.
Filmin konusu kısaca şöyle: İstanbul hakkında sipariş edilmiş bir belgesel çekmek için İstanbul’a gelen yönetmen gitgide daha karanlık, daha mistik öteki İstanbul’a, şehrin geçmişine, sırlarına ve hayaletlerine doğru çekiliyor ve şu güzel Türkçe tango hâlâ benim kulaklarımda yankılanıyor.

İstanbul belgeselini sipariş eden televizyon kanalının çok parası olmadığından, çekim ekibi, İstanbul’a bir konteynerde geliyor, Hasret.
Kendisi filmlerinde şehirlerin portresini çizen bir yönetmene göre “şehirlerin filmleri”ni merak ettim. Katkıda bulunmak ister mi diye Ben Hopkins’e sorduğumda, kendisi hem Berlin hem de İstanbul filmleri seçmek istedi. Seçkisine, o filmlerle ilgili kişisel hikâyesini de ekleyerek iletti. Ben de Türkçeye çevirerek size sunuyorum.
Şehrin Tüm Yönlerini Kuşatmak
Büyük bir şehirde, Londra’da büyüdüm. Sonra başka iki büyük şehirde, İstanbul ve Berlin’de yaşadım. “Şehir portreleri” çizdiğim üç filmin yönetmenliğini yaptım: The Nine Lives of Tomas Katz’da Londra, Naples Open City 1943-1948’te Naples, Hasret (Sehnsucht)’ta İstanbul. Henüz Berlin’le ilgili bir film yapmadım. Belki bir gün yaparım.
Bir şehrin portresi üzerine düşünürken, (örneğin Hasret’te) kendime şu soruları sormam gerekir: Şehir yalnızca tuğladan, asfalttan, yol ve binalardan mı meydana gelir? Bir şehri anlatılırken yalnızca olgular, rakamlar ve istatistiklerden mi bahsedilir?

Suriyeli göçmen işçiler, Hasret.
Hayır. Bir şehri aynı zamanda insanlar, anılar, hayaller şekillendirir. Şehir şimdide var olduğu gibi geçmişte de var olur; hem hatırlanan, hem de unutulmuş geçmişte, unutulmuş olsa dahi, şimdiki var oluşunu geçmiş şekillendirmiştir. Yerlerin karakteri, atmosferi, ruhani bir yanı vardır. Şehirlerin varoluşu, kendileri hakkında yazılan edebiyatta, haklarında söylenen şarkılarda ve şiirlerde yankılanır.

Hasret izleyiciyi Fatih Çarşamba Mahallesi’ne kadar götürüyor.
Eğer bir filmde şehrin tüm bu yönlerini kuşatmak istiyorsanız kendinizi olgularla sınırlandırmanın anlamı var mı? Yoksa şehrin portresin ruhani ve doğaüstü olanla, hayal gücünü kuşatmasına izin vermeye mi ihtiyacınız var?

İşler biraz gerçeküstü bir hâle dönüşürken, yine Hasret’ten.
Berlİn Hakkında 3 Fİlm
Berlin Üzerindeki Gökyüzü (Der Himmel Über Berlin), Wim Wenders, 1987: Muhtemelen Berlin’in bana ilk gerçek takdimi olan bu filmi Londra’daki yeniyetmelik dönemimde (şimdi bir otele dönüştürülmüş) Lumiere Cinema’nın devasa ekranında izlemiştim. Filmin zayıflıkları olsa da etkilenmeye açık bir yaştayken sinemada izlemek başımı döndürmüştü. Bir gün Berlin’e gitmek istediğimi biliyordum. Film, şehrin gerçekliğiyle daha metafizik/fiziki bir düzeyde varoluşunun güzel bir kombinasyonudur.

Berlin’in Üzerindeki Gökyüzü’nde Bruno Ganz
Berlin, Büyük Bir Şehrin Senfonisi (Berlin, Symphonie einer Großstadt), Walter Ruttman, 1927: Gerçekten Berlin’e taşındığımda, buradaki hayatın pek çok yönünden memnundum ama sinemalar benim için hayal kırıklığıydı. Elbette Berlin’de Internationale ve Delphi gibi muhteşem sinemalar var ama çoğunlukla yalnızca Almanca seslendirme yapılmış filmler gösteriyorlar, alt yazı kültürüyle büyümüş bir Britanyalı olarak benim açımdan bu lanetli bir şey (Birleşik Krallıkta neredeyse hiçbir film seslendirilmez). Ayrıca Londra’da gidip eski filmleri izleyebileceğiniz olağanüstü National Film Theatre (Ulusal Sinema) vardı. Arsenal’e (Berlin’in National Film Theatre’a en yakın muadili) Berlin, Symphonie einer Großstadt, vardığımda piyanistin işe gelmediği söylendi (bu burada bir Lubitsch sessiz filmi izlememden, ki arkadan öne yansıtılmıştı, yalnızca bir hafta sonraydı). Bu durumdan pek hoşlanmasam da bir bilet aldım. Böylece bu filmi yaklaşık üç başka kişiyle beraber, tamamen, mutlak sessizlik içinde izledim. Aslında bu gerçekten de hiç unutmayacağım enteresan bir tecrübe oldu: Filmi bir hayaletler geçidi gibi gösterdi, sahnedeki sessiz yaşantıyı kısa bir süreliğine geri getirdi.
Berlin Alexanderplatz (Berlin Alexander Meydanı), Rainer Werner Fassbinder, 1980: Fassbinder’in dizisi tamamen Bavyera’da çekilmiş. Sanırım Berlin’e hiç ayak basmamışlar (bu belki de Bavyeralıların Berlin’le ilgili nasıl düşündüklerini anlatan bir metafor: Deli insanlarla dolu pis bir yer). Ama şehrin altındaki dünyaya ilgili büyüleyici bir portre sunuyor ve Günter Lamprecht, Gottfried John ile Barbara Sukowa başrollerde muhteşemler.

Berlin Alexanderplatz’da Brigitte Mira ve Hanna Schygulla.
İSTANBUL HAKKINDA ÜÇ FİLM
Uzak, Nuri Bilge Ceylan, 2002: Uzak’ı izlediğimde, daha önce İstanbul’da yalnızca birkaç gün geçirmiştim ve yalnızca standart turistik alanları görmüştüm. Uzak bana şehrin başka bir yanını gösterdi ve dönüş! İstanbul ve Türkiye’yi tanımak için dönmek istememe neden oldu (O zamanlar sonunda dört sene Türkiye’de kalacağımı, orada üç film yapacağımı ve Türkiyeli bir kadınla evleneceğimi bilemezdim!) Sonra National Film Theatre’a gidip Ceylan’ın dehasının kanıtı olarak gördüğüm vurucu Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı filmlerini de izledim.

28 yaşında, Ankara Film Festivali’nden dönerken bir araba kazasında yaşamını yitiren Mehmet Emin Toprak, Uzak’ta.
Tabutta Rövaşata, Derviş Zaim, 1996: Yeniden izlemeyi çok isterim, hakkında yalnızca puslu anılarım var. Rumeli Hisarı’nda bir tekne, mezarlık, çalınan arabalar, bir tavus kuşu. Tavus kuşunu yiyor muydu? Sanırım evet… Bazen tam hatırlanamayan filmler iyi hatırlanan filmlerden daha çok çağrışım yapar ve daha güçlüdür…

Tabutta Rövaşata’da Ahmet Uğurlu ve tavuskuşu.
11’e 10 Kala, Pelin Esmer, 2009: Yönetmen Pelin Esmer’le tanıştığımı ve bana amcası hakkında bu filmi yapacağını anlattığını hatırlıyorum. Şüphe etmiştim: Yönetmenlerin, gerçekten ilginç ve kendine has olduklarına inandıkları, aile üyeleri hakkında çok fazla öğrenci filmi izlemiştim. Aslında o kadar ilginç değillerdi… Ama Pelin’in filmini gördüğümde amcası ve Nejat İşler beni tamamen büyüledi. Film alışılmadık şekilde nitelikli: Amcanın gerçek hayattaki kendi kişiliğinin bir türevini oynamasından gelen bir gerçekçilik var ve altta yatan bir şiir, kaybolmaya giden eski bir İstanbul’a ağıt yakıyor.

11’e 10 Kala’da Mithat Esmer, kendisinin bir varyasyonunu canlandırıyor.