İstanbul’daki bağımsız sinemalar arasında, hem önemli bir tarihe sahip çıktığı hem de zevkli restorasyonu ve film programı bakımından Kundura Sinema’nın özel bir yeri var.
Kundura Sinema, Beykoz Kundura Fabrikası’nın kalbinde, yani kazan dairesinde konumlanıyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kesintisiz olarak faaliyet göstermiş, iki yüz yılı aşkın geçmişi bulunan bu endüstriyel alan, kültür sanat faaliyetlerine ev sahipliği yapmak yeniden üzere düzenlenmiş.
Berlin’deki bağımsız sinema Wolf Kino’nun hikâyesine geçtiğimiz haftalarda yer vermiştim. Bu haftaysa Hem Kundura Sinema’yı, hem de İstanbul’daki bağımsız sinemaların durumunu konuşmak üzere Beykoz Kundura’nın kültür sanat yöneticisi, aynı zamanda yapımcı ve yönetmen ve Buse Yıldırım ile bir video görüşmede buluştum. Görüşmemize hazırlanırken kendisinin Berlin bağlantısını öğrenmek beni mutlu etti.
Söyleşinin ikinci kısmında Türkiyeden Berlin’e “yeni dalga” diye anılan beyin göçü üzerine akademik çalışmasının sanatsal bir yorumu olan kısa filmi Ghostly‘yi (Hayaletimsi) konuşuyoruz.
İstanbul ve Berlin Ghostly‘de de iç içe.
Türkçeden İngilizceye Nazlı Çiğdem Sağdıç Pilcz çevirdi.

Fotoğraf: Mathieu Martin
Güzel bir de not: COVID-19 salgını döneminde hazırladıkları 10 kısa filmden oluşan “İçeriden Bir Gezinti” başlıklı seçkiyi 1 Temmuz’a kadar Beykoz Kundura internet sitesinden izleyebilirsiniz.

Seçkideki filmlerden biri Nature: All Rights Reserved’den. Yönetmen: Sebastian Mulder, 2016
İstanbul’un Bağımsız Sinemaları
S: İstanbul’daki bağımsız sinema sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
B: Son birkaç yıldır sinemaya gitme kültürü ve sinemaların seyirciyle iletişime geçme biçimi büyük bir değişim içindeydi. Dijitalleşmeyle başlayan bu süreci şu anda yaşadığımız kriz takip etti. Lokal dinamikleri olsa da bu küresel bir mesele. Tüm dünyada bağımsız sinemalar kapanıyor ya da zor şartlar altında ayakta kalıyor. İnsanların şehirle kurduğu ilişki değişiyor. Kamusal yönetimin yönlendirme biçimi sinemaları etkiliyor. Sokakla kurduğumuz ilişki yerine AVM’ler gibi ticari alanlara, kapalı mekânlara hapsediliyoruz.
Kadıköy Rexx
Tam Covid-19 krizinin başlangıcında Kadıköy Rexx’in kapandığının duyurulması çok üzücüydü. Kaldırımlarında oturmuş, gişesinde sıra beklemiş, lise çağlarında Kadıköy’ü sonuna kadar yaşamış bir neslin üyesi olarak çok üzüldüm. Aslında üzücü olan duyarlılığımızın çok sınırlı kalıyor olması.
S: Ben açıkçası hâlâ inanmıyorum kapandığına, yani inanmak istememekle beraber, bir şekilde yeterince tepki de oluşmaması bence de üzücü. Bu yüzden de röportajımız önemli.
B: Özünde Kovid-19’u bir kenara bırakırsak, seyircinin artık görsel, işitsel içerikleri tüketme biçimi değişti. Belki de bağımsız sinemaların da buna bir şekilde ayak uydurması gerekiyordu. Kundura Sinema’nın kuruluşu bile çok nostaljik bir güdüye hitap eden ve oradan beslenen bir süreç oldu; açık hava sineması, vizyon filmlerini göstermeme üzerine kurduğumuz politika…

Kapaktaki görselle birlikte: Kundura Sinema, Canberk Ulusan
Türkiye’de zaten görsel ve işitsel arşivler halka kapalı. Sinematek kültürü maalesef seksen sonrası yok oldu ya da kısmen tarihe gömüldü.
Kadıköy’ün öyle bir projesi var ama şu an inşaat döneminde diye biliyorum.
Tabii sinemalar öldü ya da ölmedi gibi bir tartışma bambaşka. Hepimiz insanlar olarak ne kadar sosyal hayvanlar olduğumuzu bu karantina sürecinde yeniden hatırlamış olduk. İnsanın o duygu paylaşımını kolay kolay bırakabileceğini düşünmüyorum. Sinemalara tabi ki gidiliyor, gidilecek.
Sonuçta sinema başlı başına bir kültür ve önemli olan bu kültürün dönüşüm sürecinde bunu nasıl şekillendirdiğiniz. Seyirci, erişim araçlarının değişmesiyle, artık dijital platformlardaki içerikleri, kendisi yönetmek istiyorsa; belki de sinemalar buna uygun olarak sinema kültürünü dönüştürmeli.

Görsel: Kundura Sinema, Canberk Ulusan
S: Peki bu bağlamda Kundura Sinema nasıl değişecek? Sitenizde on filmlik bir seçki yayınlandığını gördüm örneğin, devamı gelecek mi?
B: Devamını planlıyoruz. Film hakları gibi konular ve farklı bütçeler, sizi ister istemez bambaşka bir modele evrilmeye yönlendiriyor. Bütün bunları değerlendirdiğimiz bir keşif sürecindeyiz şu anda.

Görsel: Kundura Sinema, Canberk Ulusan
Kundura’ya Yolculuk
Kundura Sinema 2018’in sonbaharında açılmıştı. İlk çıkışımızda amaç bunu biraz deneyim hâline getirmekti. Bir insan doğup büyüdüğü şehrin belki de hiç gitmediği bir köşesine giderek, tarihi ve kültürel öneme sahip bir mekanda sinemaya girecek ve orada bir film seyredecek. O filmin o kişi için nasıl bir yolculuğu başlatacağı ilk kürasyon konularımızdandı. Yani Kundura’ya yolculuk. Kundura’nın kişinin, şehirle kurduğu ilişkiyi değiştirmek ya da sorgulatmak üzerine kurulu bir yapısı var. Yani buranın dönüşüm hikâyesi bununla yola çıkan ve dönüşen bir hikâye. Bu krizle beraber bu niyet daha da güçlendi.
İstanbul’un Gazoz İçilen Açık Hava Sinemaları
S: Benim ailem Eyüplü. Anneannemin anlattığı açık hava sineması geceleri Eyüp’ün kültürünün parçasıymış. Şimdiki Eyüp’le o dönem kıyaslandığında da, bambaşka bir dönüşüm hikâyesi görülüyor. Bu hikâye hem nostaljik hem de şehrin değişimini anlatıyor. Şehrin çok merkezinde olmayıp şehirle ilişki kuran bir mekân olarak Kundura Sinema’nın hikâyesini düşünmek hoş.
B: Burası tarihinde de sineması olan bir fabrika. Sadece genel şehir kültürünün parçası olarak nostaljik değil, mekânın kendi hafızasındaki bir nostaljiden de besleniyor.
Mesela fabrika döneminde filmlerin gösterildiği projeksiyon makinesini saklıyoruz. Yugoslavya yapımı bu Iskra, ellilerde Türkiye’ye getirilmiş. Şu anda sinemanın fuayesinde duruyor.

Görsel: Kundura Sinema, Canberk Ulusan
Kundura Hafıza isminde bir sözlü tarih projemiz var. O projeye sosyal hayattan biraz parçalar, anlatılar toplamak için girişmiştik.
Burası bütün Beykoz halkının geldiği bir sinemaydı. Tamamen sizin de anneannenizin Eyüp’te yaşadığı gibi, iki filmin ardı ardına olması, gazoz içilmesi… Gerçi bugün bir hevesle dillendirilen üstü açık arabalarda izlenmiyordu o filmler, tahta ahşap sandalyelerde oturuluyordu…
S: Çekirdek çitlemeyi atlamayalım.
B: Evet yani başka bir kültürdü o. Günümüzde o kültür dönüşümünü bir şekilde entegre etmenin bence vakti geldi artık. Hatta koronayla kaçınılmaz bir hâl aldı.
S: Son olarak Berlin bağlantınızı konuşalım. Berlin’de yaptığınız yüksek lisans araştırmanıza dayanan Ghostly isimli bir kısa film çektiniz. Araştırmanızdan ve onu nasıl filme uyarladığınızdan bahseder misiniz?
“New Wave in Berlin”
B: Freie Universität’te Görsel ve Medya Antropoloji alanında yüksek lisans yapıyordum ve ikinci yılı araştırma yapmaya yönelikti.
Facebook’taki “New Wave in Berlin” (Berlin’de Yeni Dalga) grubuna girmiştim Berlin’e gidince. Oradaki mesajlar, üyelerin profilleri, bazen kopan tartışmalar ve yorumları takip etmeye başladım. Özellikle bu yeni neslin, Kreuzberg’deki eski nesille, göçmen misafir işçi programıyla gidenlerle ilişkisi beni meraklandırmıştı.
Araştırma sorum entegrasyon süreciyle de alakalıydı. Tabi ki her şeyin özü aslında Almanya’nın birleşme sonrasındaki kimlik meselesine kadar gidiyor. Ama asıl göçle gelen eski neslin yeni gelen nesille bağ kuramadığını gözlemledim; taksici benim bile Türk olduğuma inanmıyordu. Bu kimlik çatışmaları çok ilginçti.
S: Benim de Berlin’de geçirdiğim süreçte şaşırdığım durumlar oldu. Örneğin markette çalışan iki kadının aralarında Türkçe konuştuklarını duyuyorum ama benim Türkçe soruma Almanca yanıt veriyorlardı. Üzerine düşündüğümde nedenin dili kullanmaktan çekinmekle ilgili olduğunu anladım. Belki de kendi Türkçesini benimkiyle aynı görmüyordu.
Sizinle Türkçe Konuşmuyorlar Çünkü Onlara Göre Yabancısınız
B: Almanya’da hayatını kazanıp Türkiye’ye dönen göçmen işçiler Türkiye’de sınıflar arası farklı bir sosyal akışkanlığın parçası oldu. Bu Türkiye’de çok farklı şekillerde yorumlandı. Çoğunlukla yeni göç dalgası da beraberinde bu algıyla Alman-Türkleriyle ilişki kuruyor. Bir diğer taraftan da Berlin’deki markette ise sizinle Türkçe konuşmuyorlar çünkü onlara göre yabancısınız. Onlara bir çok farklı açıdan, giyiminiz gibi, fazla Batılı ya da Alman geliyor olabilirsiniz.
Batılılaşma sürecinde modern ulus devlet yapılaşmasının önemli bir ürünü kimliğimiz. Batılılaşmış bir Türkiyeli olarak oraya gittiğinizde kendinize yer edinmekte zorlanıyorsunuz aslında. Türkiye’de zihninizde kurduğunuz Batı imajı orada yerle bir oluyor ve yine bir şekilde arada kalan bir kesim oluyorsunuz.
Araştırma sonucu çok ilginç bulgular ortaya çıktı. Bu konuda çok akademik çalışma bulunmuyordu o dönem. Bir de genelde gazeteciler çalışıyor bu konuyu ama tabi ki gazeteciler her zaman antropologlardan hızlıdır.
Ghostly: Hem Varım Hem Yok
B: Görsel antropolojinin amacı yapılan araştırmayı görsel bir ürüne aktarmaktır, bu aktarma sonucu olarak on dakikalık bir kısa film ortaya çıktı. Araştırma katılımcılarıyla aramdaki güveni sarsmayacak bir şekilde filme estetik değer biçmem gerekti. Röportajları analiz ettiğimde önce duygu yükünü fark ettim. Hatta bir kaynak kişi kendini hayalet gibi hissettiğini söylemişti. O nedenle filmin adı Ghostly – Hayaletimsi: Varım ama aynı zamanda da yokum. Almanca konuşuyorum ama sanki karşımdaki bir şekilde konuşmuyormuşum gibi davranıyor. Şehrin hem bir parçasıyım hem dışındayım.
Filmin estetik dilinde, yerleşme duygusu olarak şehrin görsel dokusu önemliydi.
Berlin ile beraber Türkiye’nin batılı yüzü olarak, sembolik bir İstanbul’u temel aldık. Yansımalarla katmanlar arasında kalma hâli bu, hem Türkiye’nin doğu ve batısı arasında kalma süreci, hem de oraya gittiğinde yerleşememe duygusu.
Bütün bunlar üzerine “Ghostly”, biraz daha deneysel bir filme dönüştü.
“Ghostly” şu an için akademik bir yolculuğa çıkıyor, en yakın gösterimi de Portekiz’de European Association of Social Anthropologists: EASA (Avrupa Sosyal Antropologlar Birliği) konferansında, katılan akademisyenler izleyebilecekler. Sonrasında farklı etnografik film festivallerinde gösterim şansı bulur diye düşünüyorum. Türkiye’den kalifiye göçün oradaki yer edinme mücadelesini uzun metrajlı bir filmle de anlatmak istiyorum.
S: Çok güzel, ben de izlemek isterim.