Yazar Defne Suman bana “Excavating Memory: Bilge Karasu’s Istanbul and Walter Benjamin’s Berlin” (“Hafıza Kazısı: Bilge Karasu’nun İstanbul’u Walter Benjamin’in Berlin’i“) kitabından bahsettiğinde, İstanbul ve Berlin’i 20. yüzyılın bu iki önemli yazarı üzerinden bir araya getiren bu kitap beni çok heyecanlandırdı.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken Frankfurt Okulu ve Walter Benjamin üzerine öğrendiklerim ve edebiyat teorisyen ve eleştirmeni Jale Parla danışmanlığında Bilge Karasu’nun “Gece”si üzerine yazdığım yüksek lisans tezim zihnimde canlandı.
Kitabın yazarı, Portland, Oregon’daki Reed College’ın Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden emekli öğretim üyesi Ülker Gökberk’in Karasu ile kişisel tanışıklığını okumak heyecanıma heyecan kattı.
istanbulberlin için kitap üzerine bir söyleşi yapmak için Türkçe ve Almanca çevirilerini bekleyemeyeceğime karar verdim. Ve Ülker Hanım’la bir görüntülü konuşmada buluştuk.
Bu kitabın Bilge Karasu’nun yurt dışında daha iyi tanınmasına ve Bilge Karasu üzerine yapılan çalışmalara farklı bir boyut kazandırması dileğiyle, söyleşimizi Zeynep Beler çevirisiyle paylaşıyorum.
S: 20. Yüzyılın önemli yazarları olmakla birlikte, tarihsel ve kültürel bağlamları bambaşka olan Bilge Karasu ve Walter Benjamin’i nasıl bir çerçevede bir araya getirdiniz?
Ü: Walter Benjamin, Almanya’da 20. Yüzyılın başı 19. Yüzyılın sonunda Charlottenburg’da doğup Berlin’de yaşıyor ve 1933’te Naziler başa geldikten sonra tekrar Almanya’ya dönemiyor. İtalya ve Fransa’da sürgünde kalıyor yazılarını yazmaya orada devam ediyor. 1940’ta Naziler Fransa’yı işgal ettiğinde Paris’te Bibliothèque Nationale’de “Pasajlar”ı yazıyor. Çok geç bir noktada Marsilya’ya aşıp Pireneler’i geçerek Fransa’dan, İspanya’ya oradan Amerika’ya geçmeye teşebbüs ediyor.
Frankfurt Okulu’ndan diğer yazarlar, o sırada New York’a varmış durumda. Fakat Benjamin, 1940’ta Fransa-İspanya sınırını geçemiyor, o gece trajik bir biçimde hayatına son vererek ölüyor. Çıkış noktalarımdan biri bu “displacement” dediğimiz, yurdundan olmanın estetik temsili.
Başkalığın Estetik Temsili
Bilge Karasu ise bütün yaşamını Türkiye’de geçirmiş bir yazarımız. 1930’da İstanbul’da doğuyor. Vatanından hiç ayrılmıyor ve 1995’te de hayattan ayrılıyor. Bilge Karasu hiçbir zaman Türkiye’yi bırakmamış olmasına rağmen, onda başkalığın estetik temsili var.
Bilge Karasu şimdiye kadarki bilimsel araştırmalarda nevi şahsına münhasır, Türkçeyi son derece yetkin kullanan bir modernist, kısmen postmodernist bir yazarımız olarak görülmüştür. Daha ziyade esrarengiz bir kişiliği ve çok kapalı hermetik yazını var. Politik bağlama göndermeler var ve “alterity” (başkalık) üzerinde dururken, eşcinsellik teması var, Bilge Karasu’nun eserlerinde bu başkalık çerçevesine oturtuluyor.
Yitik Mekanlar
Beni bu çalışmaya sevk eden ana nedenlerden biri de geçmiş yerlere, mekanlara olan ilgim oldu. Şimdi gerek Benjamin’in çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği Berlin gerekse Bilge Karasu’nun çocukluğunu ve ilk gençliğini geçirdiği İstanbul’un Beyoğlu semti, yitik mekanlar (lost spaces) olarak görülebilir.
İki yazarımız da aşağı yukarı bir takım tarihi yıkım ve dönüşümler yaşıyor. Tabii Benjamin’in Berlin’i için bu yıkım daha elle tutulur tarihi bir gerçek. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında Benjamin asimile olmuş bir Alman Yahudi ailesinin çocuğu.
Çocukluğu ve gençliğini geçirdiği Charlottenburg, Berlin’deki asimile olmuş yüksek burjuva Musevilerin oturduğu bir mahalle. Tabii Nasyonel Sosyalistlerin başa geçmesinden sonra bir kere demokrasi yok oluyor. Oradaki Musevi aileler, o asimile kültür zamanla yok ediliyor.
Benjamin’in temsili olmayan “Berlin’de Bir Çocukluk” isimli kitabında belli bir hatırlama tekniği ile o mekânlar ve o zamanlar geri geliyor. Yüksek burjuva evleri, mahalleleri görüyoruz.
Aynı şekilde “Lağımlaranası ya da Beyoğlu”nda, Karasu’nun ölümünden sonra Füsun Akatlı’nın derlediği metinleri görüyoruz. Burada “Beyoğlu kitabını yazarken anamın ailesinin sübjektif bir tarihini anlatmak istedim,” diyor ve o metinler de Benjamin’inkine benzer bir biçimde temsili değil. Temsili referanslar var fakat bölük pörçük. Parça parça. Fragmanlar var, bazı tablolar var tekrar tekrar geliyor. Buradan kalkarak ben, iki yazarımızda, kaybolmuş mekanlar, başkalık veya yerinden olma ve yine temsili olmayan, daha ziyade mekânda kristalleşmiş bir anımsama modelini irdelemek istedim.
Benjamin’in anımsama modeli, mekânları donmuş tablolar şeklinde anlatıyor. Hayvanat bahçesi veya oyun odası, anneannesinin iç mekanları, Berlin’in panoraması, meydanlar… Karasu’da da böyle kesik kesik tablolar buluyoruz, bunlar geleneksel otobiyografi tütüne de karşı çıkıyorlar. Sizin de bildiğiniz gibi Karasu anlatıcı kimliği ile sürekli oynuyor.
Burada da onu kurmaca olarak mı okuyalım, yoksa hatıralar mı, bunu anlayamıyoruz. O dönemin Turgut Uyar ve Tomris Uyar gibi bazı yazarlarına göndermeler var. Buna rağmen, Karasu’nun Beyoğlu metinleri, diğer otobiyografi örneklerine baktığımızda tam bir otobiyografi de değil ve Beyoğlu ile böyle bir ilişki var.
Bu ilişkinin içinden ben Karasu’nun şimdiye kadar yapılmadığına ya da çok az değinildiğine inandığım etnik ve kültürel kimlik boyutunu ortaya çıkarmak istedim.
Etno-kültürel Başkalık
Karasu’nun babası İstanbullu bir Musevi, annesi İstanbullu bir Rum. Annesiyle birlikte yaşıyor, Ankara’ya taşınıyorlar. Ben bunu da bir yerinden olma olayı olarak aldım. Beyoğlulu, etnik açıdan azınlık bir ailenin, Ankara steplerine gelmeleri de bir yerinden olma olayı. Karasu’nun annesi, ileri yaşlarına kadar Karasu’yla birlikte yaşıyor. Ben de kendisiyle, Madam Aspasya’yla tanışmıştım.
Benjamin’de de Karasu’da da bu başkalık, etnik-kültürel kimlikleri, yapıtlarına direk olarak yansımıyor. Örneğin bir Beyoğlu edebiyatını düşündüğümüzde, Giovanni Scognamillo’nun “Bir Lavantenin Beyoğlu Anıları”, 60’larda Maria Yordanidu’nun “Loksandra”sı, Mario Levi… Bunlar ne kadar eleştirel mesafe alsalar da bu etnik kimlik içinde kendi kimliklerini oluşturuyorlar.
Karasu’da böyle bir şey görmüyoruz, bunun yerine sadece eşcinselliğe bir kaydırma var. Fakat dikkatle baktığımızda “Lağımlaranası ya da Beyoğlu”nda etno-kültürel başkalığın birtakım kodlarla üstü kapalı olarak verilmiş olduğunu görüyoruz. Mum yakmalar, Ladino’yu anıştıran sözler.
S: Çok güzel özetlediniz. Hem Benjamin’in hem Karasu’nun hayatını gözden geçirmiş olduk. Kitabınızı okurken, ulus devletin inşası bağlamında Türk kimliğinin inşasının Karasu’nun hayatına ve külliyatına yansımasını daha iyi gördüm. Bunu da sessizlik üzerinden ve konuşulamayanlar üzerinden görebildiğimizi anlatıyorsunuz.
Benim de tez çalışmamda Karasu’nun Gece’sini incelerken temel odağım sessizliğin metne nasıl sinmiş olduğu ve metnin içinde, kelimelerle sessizliği nasıl anlatabileceğiydi. Edebiyatın sınırlarına dair bir noktadan hareket etmiştim.
Aslında hayat hikayesini sizin okuduğunuz şekilde ele almak tezime de anlam katıyor.
Beyoğlu’nun ve Berlin’in değişimlerine dem vurarak hem Benjamin hem Karasu’nun hayatlarında oradan ayrılmak durumunda kalmaları üzere okuma yaptığınızı söylediniz.
Bu yazarların şehirlerle ilişki kurduğu yazınları hem “Lağımlararası ya da Beyoğlu” hem de “Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk”, yazarlarının ölümlerinden sonra yayımlanan kitaplar. Bu da çok ilginç bir bağlantı.
İki yazarın da şehirlere dair anlatılarında ve şehir hatıralarında gördüğünüz ortak noktaları biraz daha açabilir misiniz?
Ü: Tabi. Çok yerinde bir soru çünkü alışılmadık otobiyografi diye tarif edebileceğimiz bu anıların ana karakteri bu iki şehir.
Benjamin’den başlayalım, hatırlama modelinin mekânla bağlantısı çok önemli.
Benjamin “Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk”ta üzerine basarak tekrarlıyor ki burada tek kişinin çocukluğu değil bütün kentteki o dönemin çocukluğu kolektif bir biçimde anlatılacak. Kendi kişisel yaşantısı yerine, şehrin mekânlarına yönelmesi bu yüzden diye düşünüyorum.
Geçmişi şehirde, mekânda kristalleştiriyor. Burjuva yaşamını eleştiriyor. Bunun koşutunu, Beyoğlu’nun eleştirisini, Karasu’da da buluyoruz. Çocukluğunu geçirdiği mekânlar artık o mekanlar olmaktan çıkmış, Türkiye’de 1950 ve 1960’lardan sonraki Anadolu’dan göçler, Beyoğlu’nda yıkımlar…
Nostaljiye Karşı
Benjamin İtalya’nın İbiza adasında anılarına başlarken, “çocukluğumun Berlin’ine dönemeyeceğimi anladım. Nostaljiye karşı en iyi aşı yazmaktır,” diyor. Nostaljiye karşı hatırlayacak ve yazacağım diyor.
Diyalektik materyalist arka planından kalkarak bu burjuva toplumunun uyanması gerektiğini söylüyor. Benjamin’in betimlediği burjuva mekânları çok karanlık. Objeler, masif ahşaptan eşyalar yığılmış hâlde. Bunlar o kadar ağır mobilyalar ki diyor, burjuvalar öldükten sonra daha kaç nesil götürebilecek kadar sağlam ama bunun farkında değiller diyor. Kendileri de bir hastanede ölecekler ve bu mekanlarda ölüm yok gibi davranılıyor.
Bunun paralelinde Karasu’da da Beyoğlu çok karanlık çok kasvetli. Lağımlaranası ya da Beyoğlu’nun bazı metinlerinde Ispartalı diye bir tip ortaya atıyor ve sizin yaptığınız postmodern çalışmaya da bir gönderme yapmak istiyorum. Benjamin’deki de bu montaj tekniği, bu fragmanlar mozaik şeklinde bir araya geliyor. Karasu da başka eserlerinden montaj yapıyor. Ispartalı kodunu ben eski Beyoğlu burjuvazisi hatta eski Pera sakinleri, kısmen Levantenler şeklinde okudum. Bunlar para biriktiren, tipik burjuva değerleriyle yaşayan insanlar.
Her iki yazarda da mekânın ışık ve karanlık ögeleriyle canlandırılmasında her zaman bir ikirciklilik var. Hiçbir zaman bir mekâna nostaljik bir geri dönme isteği yok. Ama büsbütün onu itmiyorlar da onu bir şekilde mekânda kristalleşiyorlar.
S: Kitabınız Karasu’nun biyografisiyle ve Müslüman mezarlığına gömülmesiyle bitiyor. Söyleşimizi de buna değinerek bitirelim, Karasu’nun Benjamin’in kavramlarıyla dikkat çektiğiniz kimlik ve başkalık meselesi umarım yeni çalışmaların da önünü açar. Bu değerli söyleşi için teşekkür ederim.
Ü: Ben teşekkür ederim.