Dilşad Aladağ ve Eda Aslan, Alman-Yahudi bilim insanları Leon Brauner ve Alfred Heilbronn’un kurduğu Botanik Bahçesi’nin olası yıkımı karşısında “Şehrin hafızasında bahçeye bir yer açmak mümkün mü?” sorusuyla bir yolculuğa çıkıyorlar. Bu yolculuk, botanik bahçesini ve bitkilerin buradaki yaşantısını merkezine alan “Unutma Bahçesi” projesine ve 6 Haziran’a kadar Depo’da görülebilecek bir sergiye dönüşüyor.
Bu yazıda “Unutma Bahçesi”nin hikâyesininin yanısıra, projenin ortaya çıkardığı, biri Türk diğeri Alman iki bilim insanı kadının, İstanbul ve Münster’deki iki evde geçen ve bu evler üzerinden bağlanan Hollywoodvari hikâyesini de okuyacaksınız.
Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi, 1935 yılında Nazi Almanya’sından kaçıp Türkiye’de İstanbul Üniversitesi’ne botanik kürsüsünü de kuran Alfred Heilbronn ve Leo Brauner tarafından kuruluyor. Türkiye’nin en eski botanik bahçesi, tarihi yarımadada, Süleymaniye Camii’nin yanı başındaki kıymetli konumuna rağmen pek bilinmiyor, “internette aratınca birkaç fotoğraftan fazlası çıkmıyor, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin bile bahçeden haberi yok.”
2013 yılından itibaren bahçenin müftülük hizmetlerinde kullanılmak üzere Diyanet İşleri’ne devredileceğine dair söylentiler üzerine tartışmalar başlıyor. 2015’te bu devir gerçekleşse de gizli kalıyor 2017’de ortaya çıkıyor, 2018’da bahçe gerçekten taşınıyor.
“Unutma Bahçesi” yolculuğu, Dilşad Aladağ’ın, Eda Aslan’ı 2017 yılında Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’nde buluşmaya davet etmesiyle başlıyor.
Dilşad araştırma sergisi deneyimi de olan bir mimar, Eda ise sanatçı, farklı pratikler üzerinden, kent hafızasına ve terk edilmiş mekânlara benzer hassasiyetlerle yaklaşan iki arkadaş. İlk ziyaretlerini takiben, bahçede haftanın dört günü uzun uzadıya zaman geçirmeye başlıyorlar.
Hafıza Mücadelesi
Dilşad, Eda ile bahçeyi ilk ziyaretlerini şöyle anlatıyor: “Politik bir tartışmanın merkezindeki terk edilmiş bir mekâna gittiğinizde boş bir mekân bulursunuz. Burasıysa tam tersiydi, bitkiler her yeri sarmış, duvarlara ve birbirlerine dolanmışlar. Bir yandan bakımsız kalmışlar, her yeri yosun bağlamış. Ancak üzerinize gelen bir canlılık vardı. Gerçekten terk edilmeyi kabullenmeyen, ya da ona tepki gösteren bir mekândı.”
Eda ve Dilşad bahçe taşınırken “enstitüde elleri kolları bağlı, gözleri yaşlı” bekliyorlar. Türkiye gibi bir coğrafyada, mevcut politik iklimde, bir yeri fiziki anlamda koruyabilecekleri bir mücadele yolu görmüyorlar. Ancak “Buranın gerçek hikâyelerini bulabilir ve anlatabiliriz,” diye düşünerek bir hafıza mücadelesine girişiyorlar.
Bu mücadele, onları kişisel arşivlerin izinde bir Almanya seyahatine çıkaran Salt’ın desteklediği bir araştırma projesine, daha sonra şu anda gezilebilecek Tütün Deposu’ndaki sergiye ve post-prodüksiyon aşamasındaki bir orta metrajlı belgesele dönüşüyor. Yolları, proje sonucu ortaya çıkan kitap ismindeki gibi “Bir yerin izinde pek çok yere” düşüyor. Botanik bahçesini ve bitkilerin buradaki yaşantısını merkezine alan proje bahçe kurucularının ve profesörlerin hikâyeleriyle dallanıp budaklanıyor.
Burada, Dilşad ve Eda’nın kişisel arşivlerden çıkardıkları üç bilim insanının Türkiye ve Almanya’da aynı iki evde geçen, bu evler üzerinden bağlanan hikâyesini okuyacaksınız. Bu hikâyeyi seçmemin nedeni bana kalırsa bir Hollywood filmi senaryosu gibi hissettirmesi.
Unutma Bahçesi’nin gerçeklikle şiirsellik arasında dolaşan diğer boyutlarına dalmak için Depo’daki sergiyi 6 Haziran’a dek görebilirsiniz.
Alfred Heilbronn: Bahçenin Yeşerttiği Umutlar
1885’te Fürth’te doğuyor, Münih’te okuyor ve Münster’de üniversitede çalışıyor. İlk eşi sanat tarihçisi Magda Heilbronn. Kendisi Yahudi, Magda Hanım Hristiyan olmasına rağmen “din farkını önemsemeden evleniyorlar.” Hans ve Agnes isimlerinde iki çocukları oluyor.
Münster’de, birlikte tam on dokuz odalı bir ev inşa ediyorlar.
“Magda Hanım’ın kişisel arşivi muazzam, evin yapımının adım adım, büyük bir titizlikle hazırlanmış” albümleri Eda ve Dilşad’ı şaşırtıyor. Evin bu detaylı fotoğraflarını Bauhaus ekolünün o yıllarda yükselişine bağlıyorlar. Magda Hanım’ın “inanılmaz bir gözü var, evin farklı alanlarındaki modern detaylar fotoğraflara yansıyor.”
Nazi Almanya’sından kaçmaları gerektiğinde, Alfred Bey önce İsviçre’ye sığınıyor, Magda Hanım çocuklarla Almanya’da kalıyor. Türkiye’ye geldiğinde onları yanına alıyor.
Dilşad ve Eda, Alfred Bey’in Türkiye’ye yerleştikten sonraki bir fotoğraf albümünü buluyor. Magda Hanım, Münster’deki evi nasıl fotoğraflarla belgelemişse, Alfred Bey de bahçeyi öyle kayıt altına almış.
Biz bu bahçenin onlar için önemini o zaman anladık. 1935’ten 1937’ye kadar fotoğraflamışlar. Açılıştan önce bir sürü fotoğraf var. O fotoğraf albümünden bahçeyle ilgili ne kadar çok umut beslediğini, bu yeni başlangıç için heyecanlandığını görüyoruz. Bir yandan Türkçe defterlerini bulduk. Bu göçün şartlarından biri de iki yıl içerisinde Türkçe öğrenmeleri. İki sene içerisinde hem kendisi hem çocukları Türkçe öğreniyor.”
Magda Heilbronn: “İstanbul’da Şark Deneyimi”
Magda Hanım’ın albümünün son sayfasında Türkiye’ye geldiklerinde yerleştikleri Bebek’teki ev yer alıyor. İstanbul’daki tarihi mekânları fotoğrafladığı bir albüm de bulmuşlar. Dilşad’ın sözleriyle Magda Hanım “İstanbul’da bir nevi şark deneyimi yaşıyor.” Magda Hanım Türkçe’nin yanı sıra Farsça ve Arapça da öğreniyor. Öğretmeniyse dönemin elit Osmanlı ailelerinden birinin çocuğu, kendisi de bilim insanı ve dostları Mehpare Başarman. Magda Hanım 1944’te İstanbul’da vefat ediyor.
Mehpare Heilbronn: Almanya’da Bir Türk Kültür Elçisi Gibi
Alfred Heilbronn, Magda Hanım’ın vefatından sonra, beş sene içinde Mehpare Hanım’la evleniyor ve Bebek’teki evde birlikte yaşamaya başlıyorlar.
Magda Hanım’ın nasıl ki bu evde bir sürü fotoğrafı varsa, Mehpare Hanım da evi ve çevresini, Boğaz’ı fotoğraflıyor.
Alfred Bey, 1950’lere kadar üniversitede çalışıyor ve bütün Türkiye’yi gezerek notlar alıyor. Mehpare Hanım’la birlikte en çok inceleme yaptıkları yer Uludağ florası. 1951’de Kurt Lütfi Leopold ismini verdikleri çocukları dünyaya geliyor.
Alfred Bey, Türkiyeli bir kadınla evlendiği için Türk vatandaşlığını da alması gerekiyor ve böyle olunca yabancı akademisyenlere tanınan ayrıcalıkları kaybediyor. 1952’de emekliye ayrılmak zorunda kalsa da çalışma aşkı sürüyor. Oğlunu da alarak, 1956’da “orada aile hayatını yaşayabilmek arzusuyla” Münster’deki eve dönüyor.
Mehpare Hanım’sa dört beş sene İstanbul’da yalnız kalıyor, bu sırada “üniversitede işler kötüye gitmeye başlıyor.” 1960 darbesinde üniversiteden atılan 114 akademisyenden biri oluyor ve bilimsel çalışmalarını sürdürebilmek için eşinin yanına Almanya’ya gidiyor. Ancak gidişinden bir sene sonra eşi vefat ediyor. Bu hazin bir son olsa da Dilşad ve Eda’ya göre Alfred Bey’in hikâyesi umut dolu, “Her gittiği yerde gerçekten hiç yılmadan hayata yeniden başlayıp, çalışma, üretme, eğitme azmini hiç kaybetmiyor. Çok fazla insan yetiştiriyor.”
8 mm Filmler
Mehpare Hanım, oğlu Kurt Bey’in anlattığına göre depresif, o on dokuz odalı evde dışarı çıkmadığı bir dönemi var. Almanca öğrenmeyi reddediyor ve bir süre üniversitede Fransızca ve İngilizcesiyle ders verse de “hayata çok dahil olamıyor ve bir nevi eve kapanıyor.” Bu aynı zamanda Almanya’ya “misafir işçi”lerin gittiği dönem.
Bu kapanmayla beraber adeta bir elçi gibi o taraflara yolu düşecek herkesten mektup alıyor.” Bir mektupta, şarkıcı Adnan Pekak “bana sahne ayarlar mısınız,” diye ricada bulunuyor. Birinin oğluna yurt ayarlamak istiyor ancak Almancası yok.
Dilşad bu arşivde karşılaştıklarını şöyle aktarıyor:
“Hiç abartmıyorum 5 kutu kadar kartpostal almış, binlerce var. Öte yandan evde birçok misafir ağırlanıyor ve misafirler nasıl ağırlandıklarını misafir defterine yazıyorlar. Bir de sekiz milimetrelik, kamerayla evin her noktasını belgelediği filmler bulduk. Magda Hanım’ın hassasiyetinin farklı bir versiyonu Mehpare Hanım’da da vardı. …
Sonuçta Almanya’da yaşıyor, arada Türkiye’ye gidiyorlar. Türkiye’deki akrabaların hiçbirinin görmediği bir yer, görmedikleri tarzda yeni bir buzdolabı ve 70’lerde sekiz milimetre film yeni çıkmış. Adeta yine o elçilik görevini devam ettiriyor. Almanya’daki bütün elektronik aletlerin olduğu videolar var. Evinden dışarının görünüşü, evindeki çiçek odası, müzik odası. Kurt Bey şöyle anlatıyor: ‘Türkiye’ye gittiğimizde İstanbul’da film çekiyorduk, bir sürü İstanbul videosu var. Almanya’ya döndüğümüzde Almanya’da evde çekiyorduk.’
Bu filmler, iki kadının yaşadıkları ev üzerinden kurdukları bağ, bizim için çok ilginçti.”